9 Kasım 2011 Çarşamba

Akla Kara Arası -- Samih Rifat

"Görüntüyü eninde sonunda yüreğinde, ciğerinin bir yerinde kurmayan, bir bahçeye bakarken kendisi bahçeye dönüşmeyen görüntü ustası, ne ulaştırabilir ki bize cansız gümüşlü camlardan, duyarsız kâğıtlardan öte? " (s. 14)

"... kimi insanlar için zamanın izleri, paha biçilmez değerde olabilir" (s. 18)

" Ölü yapraklar düşüyor her güz; gerçekten ölüyorlar mı? O zamanın atmosferi kaldı yalnızca. Güzelliğe hayır diyemezsiniz. Bir kez karşılaştınız mı vazgeçebilir misiniz ondan? Bir fotoğraf çıktı ortaya!"(s. 19)

"Yanında hep bir küçük oda, bir kamera taşıyan, yaratısını bu küçük odanın içinde ve koşullarında biçimlendiren fotoğrafçının, içinden gelip geçtiği -ve fotoğrafladığı- mekânlar arasında en küçük ve temel birim olan 'oda'yı bir fotoğraf konusu olarak her zaman ilginç bulduğunu söylemek zordur. Gerçi fotoğrafçı için iki ana 'yer' olduğunu, fotoğrafın Mucidi Nicéphore Niepce, hemen farketmişti: Niepce'nin çektiği ilk fotoğraf, evinin arka penceresinden çekilmiş bir avu fotoğrafıydı; ikinci ünlü fotoğrafıysa bir ölüdoğa fotoğrafıdır - masa üstünde bir şişe, çiçekler, tabak çatal vb.-ve bir odada çekildiği açıkça bellidir. Yine de burada konu oda değil, masadır; yalnızca duyumsarız çevreyi ama göremeyiz. Bundan sonra da uzun süre böyle olacak 'oda'larda bir çok ünlü fotoğraf çekilecek, ama konu çoğu kez odanın içindeki bir şey -insan ya da nesne- olacak ve oda hep bir 'zemin' bir dekor olarak kalacaktır fotoğrafta.
...
Sanırım fotoğrafçılar, görüneni fotoğraflamakla yetinmemeye, insan konusunda derinleşmeye, görünenin ötesini araştırmaya başladıklarında -demk ki çağdaş fotoğrafa yaklaştığımızda- ressamların çok eskilerden beri bildiği bir gerçeği, insana ait ama insansız mekânların, boş odaların, insana ilişkin çok şeyler söylediğini anımsadılar.
...
... hepsinin, çoğunlukla dışarıyı, sokağı, aydınlığı yeğlediği açıkça belli. İçeri girdiklerinde de insanı arıyorlar daha çok. İnsansız görüntü, yalnız başına oda, çok sık çelmiyor fotoğrafçının gözünü" (s. 23)

"Işığı resimden devralmıştı. Binlerce yıllık bir plastik anlatım geleneğin tüm tekniklerinin mirasçısı olmuştu birdenbire: ışıkla biçimlendirme, yuvarlama, kaldırma gibi teknikleri kendi araç gereciyle uygulayacaktı. Ve nilk günden başlayarak amacı, 'ışıkla resim yapmak' olmuştu. Gözü resimde ressamlarda ve onların ışığındaydı. Ve tabii gölgelerinde. Çünkü yine ilk günden farketmişti, ışıkla gölgenin ve onlar arasındaki geçişlerin, kendisi için temel anlatım gereçleri olduğunu -çünkü resmin can alıcı gücü 'renk'le ilişkisi yoktu, uzun süre de olmadı; uzun süre siyah-beyaz (demek kigölge-ışık) oldu konuştuğu anadil; bence bugün de öyle. Üstelik resmin ışık altında ve ışıktan doğmuş olmasına karşın o, karanlığın, gölgenin çocuğuydu. Adı üstünde: camera oscura'dqan türemişti, karanlık kutularda doğuyor, karanlık odalarda işlemlerden geçiriliyordu gün ışığında görülür duruma gelmeden önce. Bir 'ışıkla resim' yapma tekniği olarak dünyaya gelen fotoğrafın (ondan söz ettiğimiz anlaşılmıştır sanırım) ışığın ikizini, tersini, eksikliğini temel bir anlatım ögesi olarak benimsememesi düşünülemezdi. Daha ilk fotoğraftan başlayarak!
...
Edouart Boubat
'Fotoğraf, bir ışık okuludur' diyor ve devam ediyor: 'Onu beklemeyi, ölçmeyi, bir kilisenin, bir evin, bir yüzün çevresinde dönüşünü izlemeyi, bir pencerenin pervazında yakalamayı öğrenirsiniz bu okulda. Yaz ışığını, şafak ışığını, Kuzeyin saydam ışığını, Güneyin ezici ışığını, dorukların mavi ışığını ve akşamın altın rengi ışığını tanırsınız'" (s. 29)

"... her şeyin içinde yüzdüğü bir ortam olarak ışığın, çoğu kez fotoğrafta 'görülmez', 'farkedilmez', belki yalnızca 'hissedilir' bir öge olmasına karşın gölge, çok kolay 'görülür', 'farkedilir' bir ögedir. Çok kolay öne çıkıp rol çalabilir, kendini görülür ve önemli kılabilir; üstelik oldukça başına buyruk, denetlenemez bir biçimde." (s. 30)

"... ışık, nesneleri saran, onların ayrılmaz, parçası haline gelen, nesnelerin, bedenlerin, yüzlerin 'giyindiği' bir şey (yansıma durumu dışında). Oysa gölge, nesneden, cisimden sıyrılıp uzaklaşabilen, başka yerlere uzanabilen, vurabilen, sekebilen, vurduğu yüzeyin niteliklerine göre şekil değiştirebilen bir öge. Işığın tersine doğru biçimlendiği için denetlemsi zor, ele avuca sığmaz, şaşırtıcı, kimi zaman muzip.

Yavru kedi bu nedenle oynar gölgesiyle, güneşe arkasını döndüğünde karşısında beliriveren bu oyunbaz benzeriyle. Fotoğrafçı bu nedenle sık sık gölgesine doğrultur kamerasını, güneşe arkasını döndüğünde karşısında beliriveren bu oyunbaz benzerine. Bir de buna -bedenden çıkan ruh misali cisimden ayrılan gölgenin, cismin içindeki, ruhundaki gölgeyle, karanlıkla ilişkili olması, onu simgelemesi olasılığını ve bunu tüm ruhçözümsel anıştırmalarını, çağrışımlarını ekleyin. İşte size olağanüstü bir fotoğraf -ve av konusu. Gölge, bir şeyin gölgesi, ve asıl sizin gölgeniz. Karanlığınız, el değmez, okunmaz, tanımsız, zor yanınız... Ne var ki kedi nasıl atlar ama tutamazsa gölgesini, fotoğrafçı içinde bir o kadar zordur gölgeyi dizginlemek, filmin ve fotoğraf kâğıdının yüzeyine düşürüp saptamak. Bir açıklama bekliyorsak ondan eğer.
Ritsos'un bir şiirinde bir gölge var ki, her zaman kıskanmışımdır -bir fotoğrafçı olarak:
'Akşam
Tepede zeytin ağaçları,ak badanalı bahçe duvarı,
kapılar,pencereler,hamam ...ve taraçalar,
daha aşağıda,arı kovanı mezarlar-hepsi
bir süreklilik ya da bir tekrar gibi sessiz.Ağır ağır
korucu geçti.Omuzunda aylak tüfeği.
Daha kocamamış yüzünde batan gün,
sevimli,dingin,kan kırmızı.Gölgesi
Agamemnon'un ölüsü gibi uzanıyor ovaya,kocaman.'

Ne dersiniz, biri bu gölgenin resmini çekebilir miydi?"(s. 30-31)

"'Benim için fotoğraf, öteki görsel anlatım araçlarından ayrı tutulması olanaksız bir anlama aracıdır' diyor Catier-Bresson; 'Bir çığlık atma özgür olma yoludur. Kişinin özgürlüğünü kanıtlaması ya da vurgulaması için bir araç değil, bir yaşama biçimidir.'" (s. 35)

"Açın kitapları dergileri, fotoğrafçıların yapıtlarına bir kez daha bakın. Cartier-Bresson'un Hintlilerini, Klein'ın New York'unu Koudelka'nın çingenelerini, Salgado'nun köylülerini bir kez daha seyredin. Ne dersiniz? Geleceğe ne kalacak bu fotoğraflardan? Bir belgeseller dizisi mi? Yoksa saf ve benzersiz bir şiir mi?" (s. 36)

"Çoktandır daha sık geliyorlar yanyana. Kitaplarda, dergilerde. Çok eski bir akrabalığı anımsarcasına el sıkışıyorlar, gülümsüyorlar birbirlerine. Birlikte fotoğraf çektiriyorlar. Yazı, binyıllardır doğal eşlikçisi gibi görülen resimden, 'illüstrasyon'dan sıkılmıuşa benziyor. Fotoğrafsa -görece genç bir uğraş olmasına karşın- gerçek kimliğine hızla kavuşmuş; ne resim olmak istiyor artık, ne de resimleme. Kendi özgün dilini yaratan, yaratmayı sürdüren, kendi anlatım yollarını açan bir uğraş o. Ve yüzyılımızın başlarından bu yana -başka görsel sanat dallarıyla bir arada olmak varken, daha çok yazıyla/yazınla birlikte, yanyana olmaktan hoşlanıyor. bu ilgi karşılıksız da değil; yazı da fotoğrafa yakınlıklar duyuyor. Kimi zaman esinleniyor fotoğraftan, kimi zaman fotoğrafı konu alıyor, fotoğrafla yanyana ya da altlı üstlü birlikte bulunmaktan hoşlanıyor.

Fotoğrafa en yakın sanat dalının, yaygın olarak sanıldığı gibi resim değil yazı, daha doğrusu şiir olduğunu düşünmüşümdür her zaman.
...
... bana göre bu uğraşın en yakın akrabası, resim değildir; doğrudan doğruya şiirdir. Üretilişleri malzemeleribütünüyle farklıdır gerçi; biri görsel, biri sözeldir en azından. Ne var ki fotoğraf, şiirinkine benzer yollardan etkiler bizi: belirli bir anlatı yapısı taşır çoğu kez, resmin konudan anekdottan kolayca kurtulduğu yerde, fotoğrafın neredeyse her zaman açık ya da kapalı bir konusu vardır; b,çimlendirilme aşamasında ölçüye, uyağa benzer istif/çerçeveleme kaygıları güder; anlatımda çağrışımlardan yararlanır, söz sanatlarına benzer 'görsel' sanatlara, görsel mecazlara, eğretilemelere, eksiltilere vb. başvurur. Çoğu fotoğrafı bir şiir gibi okuruz, algılarız, içimize çekeriz, saklarız, anımsarız" (s. 37-38)

"Dört kişi parkta çektirmişiz,
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi...
Anlaşılan sonbahar
Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...
Babası daha ölmemiş Oktay'ın,
Ben bıyıksızım,
Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış.

Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz.


Bu şiiri yazdığında Melih Cevdet Anday, Roland Barthes'in Camera Lucida'sını okumamıştı henüz; çünkü bu kitabın yazılmasına daha yıllar vardı. Ama otuzbeş yıl arayla, ozan ve düşünür, aynı düşüncede birleşiyorlar; ölümü anımsatan bir şeyler var fotoğrafta Ve ozanın sezinlediğini, düşünür açıklıyor: 'Fotoğrafı çekilen kişi ya da şey, bir hedeftir, bir göndermedir, bir çeşit küçük imgedir. Y da fotoğrafın Tayf'ı diyebileceğimiz, nesnenin yaydığı görüntülerin toplamıdır. Tayf sözcüğünü kullanıyorum çünkübu sözcük kökeni nedeniyle imgeyle ilişkili olduğu kadar, ona fotoğrafta bulunan korkunç bir şeyi daha ekler: ölmüşlerin geri gelişini... (...) Fotoğraf, doğruyu söylemek gerekirse, benim ne özne, ne nesne olduğum ama bir nesneye dönüşmekte olduğunuduyumsayan özne olduğum o gizli anı temsil eder: o anda ölümün (arada kalan olayın) küçük bir provasını yaşarım.'
...
Fotoğraf makinası çektiğiniz fotoğraftan öte -ve önce- sevebileceğiniz, tutkuyla bağlanabileceğiniz, kıskanabileceğiniz, yarı büyülü, yazrı gizemli, biraz tekinsiz bir aygıttır. Yeni bir fotoğraf makinası satın alıp elinde tutan herkesin bir kez kapılmaktan kaçınamayacağı duygulardır bunlar. Nerden geldiklerini kestirmek de kolay değildir. Belki onca marifeti küçücük bir kutuya sığdıran insanoğlunun tanrısal becerisinin şaşırtıcılığıdır bu duyguları uyandıran; belki de zamanı durdurabilen bir aygıtın, bilinçaltımıza işlemiş tarifsiz çekiciliği.

Dahası fotoğrafın yanısıra yaşamın başka izlerini de yakalayıp tutsak eder makina. Eski eşyalar, eski kitaplar, eski çalgılar gibi o da, ömrü boyunca yaşanmışın izlerini kendi bedenine kaydeder. Ünlü ya da ünsüz bir fotoğrafçının kamerası, onu çalışmasının, parmaklarının, ellerinin izlerini taşır. Yer yer bozulmuş cila; metal parçaların, pirincin, dokunula dokunula parladığı yerler, yaşayan ağacın, mobilyanın çatlakları; zamanın getirdiği yaşlanmalar, bozulmalar; hepsi de bize zamanı ve yaşamı duyumsatır, ölümü değil. Cansıza dönüşmüş bir canlı değildir makina; tersine cansız, bçimsiz maddeden neredeyse canlıya dönüştürülmüş bir aygıt, insanoğlunun güzellikler yaratma yetisinin somut tanıklarından biridir. Eski ve kullanılması olanaksız bir makina bile çoğu kez insana yaşama sevinci, yaratma sevinci ve fotoğraf çekme isteği verir!" (s. 56 - 58)

"Yıldız Moran: 'Yirmi dört saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak bir kopnudur fotoğrafçılık. İnsana, hayata özgü bir aşamanın bir yerini, kavramsal olarak dolu , yoğun ağırlıklı olarak verebilen kişidir fotoğrafçı (...) Birden yirmi dört saatimi bu konuya mı vereceğim, yoksa daha önemli konular var mı benim için diye düşünüdüm. Daha önemli şeyler olduğuna karar verdim ve on iki yıl sonra bıraktım bu işi.'" (s. 61)

"Sanat uğraşı mayanoz yapmaya benzer (bu da babamdan ve mayonezin motorlu mutfak aygıtlarıyla değil de çatlla yumurta dövülerek yapıldığı yıllardan kalma bir özdeyiş). Malzeme, miktarlar ve yapım yöntemleri kesin biçimde bellidir ve mayonezin ne zaman tutacağı ya da ne zaman bozulacağı pek belli olmaz. Sanatçı hisseder yalnızca, işin kıvamına geldiğini ya da kıvamdan kaçtığını. Denetlenmesi olanaksız ayrıntılar, gizilgüçler karışı işe Belirsiz nesneler, oluşlar, durumlar değip geçer, anlatılmazı kollayan duyargalara." (s. 75-76)

"'Şiir çalışırken ortaya çıkar' diyor Melih Cevet Anday bir söyleşide 'ön tasarıyla şiir yazılmaz'. Bence tüm sanat uğraşları için geçerli bir düşüncedir bu. Tasarı yolun başlanıcıdır yalnızca. Yapıt, yaparken biçimlenir, anlamlanır, yönlenir, devinir durur.
...
Bir insan görüntüsünü fotoğraf kağının üstünde saptamak, yaygın deyimiyle Bir portre çekmek görsel, düşünsel, simgesel neredeyse metafizik boyutlar içeren bir eylemdir." (s. 76)

Hiç yorum yok: