29 Aralık 2010 Çarşamba

2010'a Birkaç lafım vardı da....

Sevgili 2010
(Bak her şeye rağmen "sevgili" dedim, sebebi var)

Beni yormaya, üzmeye, yıpratmaya gelmişsin sanki...
iyi halt etmişsin..
Daha Ocak ayında göz problemlerimle başladın gül yüzün yerine gülün dikenlerini göstermeye
hem de tam da fotoğraf öğrenme kararı alıp derslere başladığım gün itibariyle...
peeehhh..

bu daha ne ki
yazsam roman olur şu 362 gününde (daha bitmedin ya o manada)
bana ettiklerin
özellikle ben ve ailemde yaşanan sağlık sorunlarıyla çöküçöküverdin üstümüze azimle, eh kalmadı ama yanına... yaşlandın göçüyorsun işte yaaaa gördün mü değdi mi yaptıklarına...

 sevinme boşa yazmayacağım darlandırmak için beni yaptıklarını..
kışaladım bütün kötülükleri zihnimden
çatla da patla
giderayak direniyorsun, gıcıklıklarının da farkındayım, yok gün dönümünde ay tutulması 456 yıl sonra, yok merkür retrosu
yok bu ikisinin üstüste çakışması
sinir hastası ettin cümle alemi farkındayım...

Ama umursamayacağım gıcıklık değil mi...
Senin de suyun kaynadı nasılsa
Bak her şeyin olduğu gibi senin de var bir sonun nabeeerrr...

Ben iyi yönüne bakıyorum senin...

Sen bir defa Fotoğrafın hayatıma -muhtemelen çıkmamak üzere- girdiği yılsın...

Ve Ayşe
Ve İbo
Ve Koray
Ve Olga
Ve Selçuk
Ve Serap - İpek ikilisi
Ve Tuğba (üstadım ... ve Reiki --sayesinde--)
Ve Yalçın Abi
(isimleri alfabetik sıralama yaptım...)
Bu yaşta gerçek dostluk olur mu yahuuu diyenlere inat
Dostluğun en güzelini yapabildiğim dostlarımı kattın hayatıma..

Ve Duygu
Ve Derin
İnsanlar için derler ya hep çift yaratılmıştır diye
fiziksel görünüm için derler bunu biliyorum
Biz Duygu ile bunun ruh modelini yaşadık senin hükmünü sürdüğün günler içinde
Eksik olma 2010
Bu ne büyük bir ayrıcalık anlamak  için yaşamak lazım...
Ben mutluyum yaşama şansını buldum diye..

Sonra Sevgili 2010 tüm uyuzluğuna rağmen
Arsım ve İpek getirdin en nefisinden
bakmaya sevmeye öpmeye doyulamayacak modelden...

Bir aşk yaşattın bana
İspanya aşkı
tükürdüğümü yalattın özenle
"ben hayatta Türkiye'den başka yerde yaşayamam" şeklinde ahkam kesen bana
"Ben yaşarım bu Granada'da yaaa, hem de zevkle, hem de doya doya" dedirttin ya...
Çocukluk yıllarımda Bodrum'a aşık olmuşluğum vardır
Beldeye, kasabaya, şehire de aşk mı olurmuş diyenleri yalancı çıkartırcasına
bu da ikinci oldu işte
Ahhh ah Granada...

Ve bu aşkla beraber hayatıma gelen Meltem, Şebnem, Miray, Özge....

Sonlarına doğru Nil - Elif geldiler Hoşgeldiler...
İnanasım gelmiyor benimle bunca aynı frekansta dünyaya bakan insanlar oldığuna
var ama
iyi ki hem de ....

Yani 2010
sen yırtın istediğin kadar beni yıldırmaya, yormaya bezdirmeye
dön de bir bak bakalım
ne kadar insan biriktirmişim sayende..

Şimdi gidiyormuşsun bir kaç güne...
Eh açık olsun yolun
Hadi selametle....

yy

28 Aralık 2010 Salı

Bir İstanbul Macerası

IMG_2435[1]
İade-i ziyaret vakti gelmişti...

Kızlar çok özledi diyorduk..
özlemişlerdi yalan değildi
ama galiba biraz bahaneydi
esas  bizim ihtiyacımız vardı sanki diğerine
yoğun
yapış yapış
sinir bozucu bir depresyona batmış iki eş-ruh...
aynı şeyleri aynı anda yaşamak iyiydi de
yardımcı olma şansımız olamıyordu diğerine..
ama varlığımız yetiyordu galiba birbirimize
ekstradan bir yardıma ihtiyaç yoktu sanki
İki ayrı bedende
bir yürek gibi atıyorduk...
IMG_2610[1]
IMG_2500[1]



Kızlara gelince...

Onların zaten bir araya geldiler mi keyfi yerinde
IMG_2443[1]

IMG_2453[1]

Hoş ikisinde de benmerkezci kişilik tavan yaptığından (e biraz da bizim yetiştirmiş olduığumuz çocuklar olmaları sebebiyle belki de)
kıskançlık krizleri çıkmadı değil zaman zaman

"Derinnnn ne güzel resim yapıyorsun sen öyle"
"Nee benim resimlerim kötü mü yani böhüüüüeeeeeeeeeeee"

"Defneee harika dans ediyorsun sen ama
"Neee ben dans edemiyorum yani öyle mi böhüüüeeeeeeeeeeeeeee"

tarzı bir kaç kriz yaşanıp,biraz uğraşı ama sonucunda başarıyla savuşturuldu

Desktop

IMG_2489[1]


Bir de sembolik doğum günü kutlaması yaptık ikisine kiiii
değmeyin küçük hanımların keyfine....

IMG_2578[1]


Canım Duygum
teşekkür evsahipliğine...
2010'un son haftasonunda
nefis vakit geçirdik analı kızlı sayenizde...

IMG_2533[1]


Haa bir de
iyi ki iyi ki iyi ki
iyi kisin bana.....
Kaldır kadehini yüreğimin yarısı
en yakın zamanda yeniden buluşmaya......

IMG_2525[1]

24 Aralık 2010 Cuma

İttiyacımız Yok Bizim....

d


Yazgüneşi ve Latinası 7. caddede yürümektedir.

Piyango biletçisi
"yılbaşı biletleri" diye bağırmaktadır
Latinası Yazgüneşine sorar
"ne demek yılbaşı bileti anneeee"

Yazgüneşi açıklar
"Sayılar var bu biletlerin üzerinde karışık karışık yazıyor, sonra bu sayıların her birini bir topa yazıp sırayla çekiyorlar, o topların çekiliş sırasına göre dizilen sayı hangi bilette yazıyorsa o bileti satın alan kişi tüm biletlerin satışından biriken paranın sahibi oluyor."


Latina
"Hmmm anladım. Almayalım, ittiyacımız yok bizim, yannız fakir olanlar alsın da o biletleri onnara çıksın para"


Yazgüneşi suratında sağdan sola koccccaman bir sırıtışla içinden "BUDUR"...........

Boyunayım...

IMG_2772

Boyunayım



Ama enine olmayı tercih ederdim.

Ben kökünü toprağa batırmış bir ağaç değilim

Taşları ve o ana sevgisini emen

Bu yüzden büyüyemiyorum parlak yapraklara her nisan,

Bir çiçek tarhının güzelliği de olamadım ne yazik ki

Sanki özenle boyanmıs ve kendi payına düşen hayranlarını kabul eder gibi,



Sylvia Plath

23 Aralık 2010 Perşembe

Bir kitabın hatırlattıkları

Sevgili "Mavi Kadın"ım mimlemiş beni...
Konu: anılarımız ve anılarımızın eşyalarımıza yüklediği anlamlar.

Ben çok anlam yükleyenlerdenim eşyalara,

mimde istenen spesifik bir eşya ve spesik bir anı sanırım..
neyle alakalı hangi anımdan söz etsem diyerek
başımı kaldırdım bakınayım diye etrafa...
Direk karşımda kütüphane olması dolayısıyla mıdır, yoksa en çok anıyı kitaplara yüklemenin alışkanlığından mıdır bilinmez gözlerim kitaplarımın dizili olduğu rafları taradı..
Klasiklerin rafına takıldı, daha uzun süre konakladı bakışlarım nedense orada
ve
Stendal'ın Kırmızı ve Siyah'ında kaldı öylece..

Dedem -rahmetli, annemin babası, zaten babamın babası dedem daha babam 9 yaşındayken vefat ettiğinden benim anımsama gibi bir şansım yok elbette- çok okurdu. Elini kitapsız gazatesiz görmemiştim hiç vefatına kadar da görmedim.
Küçüktüm ya yeni okulluydum tam sökmemiştim okumayı
ya daha okullu bile değildim..
Çalan kapıyı açtım dedemdi gelen.  Dilinin plesengi vardı "Merhaba dedik mi?" derdi karşılaştığına hemen, kim olursa olsun..
"Merhaba dedik mi kıııza" dedi yine (Boşnak olduğundan türkçesi aksanlıydı hep, çok doğru kelimelerle, çok kurallı cümlelerle konuşurdu lakin hep aksanlı konuştu...)
"demedik ama diyelim, merhaba" dedim. ayakkabılarını çıkarmak için elindeki kitabı bana vermişti tutayım diye..
Stendal Kırmızı ve Siyah
Kapaktaki kadının kıyafeti büyüleyici gelmişti o zaman bana. Çocuk aklı işte. Hayran hayran bakıp sormuştum adını "O bir klasik; Stendal diye bir yazarın; Kırmızı ve Siyah adı". demişti...
"Ne anlatıyor" dediğimde
"Büyüyünce kendin oku, anlatırsam okumazsın kııııza" demişti..

Ortaokul 1. sınıftaydım okumaya başladığımda.. Elimde kitabı görünce Türkçe öğretmenim sormuştu, "niye gezdiriyorsun bunu" diye, okuyorum dediğimde inanamamıştı. Bitirince anafikri ve kısa bir özetini yazarım demiştim, yazmıştım da..

İşte o kitap bu kitap
Handiyse kendimi bildim bileli kitaplığın raflarında yer alan bir kitap
kapağı yırtılmış, bantlamışım eğri  büğrü
kapaktaki kadın da hiç de güzel değil bana minicikken göründüğünce..
Okuduğum ilk klasik..

Eski bir kitap işte denip geçilecek bir kitaptan çıkarılmış onca anlam..
Ne çok şey yüklüyoruz maddilerimize
manevilerde yaşatmak asıl marifet onları bence....

IMG_2410

21 Aralık 2010 Salı

Tutula Ay Tutula..

Eveeeeeeet geldik o 24 saate....
Enn uzun gece..
Karanlığın aydınlığa hakimiyetinin zirvesi...
Zirveye çıkışlar akabinde bir inişi getirir ya her zaman...
İşte bu noktadan sonra aydınlığın gücü başlıyor, adım adım yenecek karanlığı ve günler uzayacak artık
Yaşasın...

Bugün yılın son tutulması olan tam ay tutulması da gerçekleşecekmiş üstelik...
Ay dolunay... Tabak gibi..
Arkası büyük rahatlama... Gergin miydiniz bu aralar çokca? Ne bileyim olmadık yere haşladınız mı eşinizi, dostunuzu, çocuklarınızı.... Ağlama krizi geçirdiniz mi mesela, depresif hissetmiş olabilir misiniz yok yere. Ufacık bir şeye sinirlenip kırıp döktünüz belki. Ya da içinize kapanıp kilitlendiniz kendinizi dış dünyaya, olamaz mı?
Mümkün...

ay


Tutulmanın etkileri olabilir mi bunlar diye düşünmediniz di mi? Aslında ben de pek düşünmezdim önceleri. Sonraları biraz okudum, araştırdım...
İnanması başta zor gibi gelse de resmen tutulmanın etkileri...
Amaaaaan zırva demesi mümkün çoğunuzun...

O zaman şöyle bir bakış açısı göstereyim, bir de o açıdan bakın mevzuya bakalım. Ay döngülerinde koca koca denizleri okyanusları etkilemez mi? Med-cezir diye kimi zaman ürkütücü boyutlara varabilen bir suyun çekilmesi ve bırakılması hadisesi yok mudur? Bilimsel kanıtlı değil midir bu?
Öyledir, inkar etmez kimse...
Tutulma zamanları hele bu med-cezirler iyice entersan hal alır, biz Türkiye'de çok da yoğun yaşamasak da kimi ülkeler çok ciddi etkileniyor bu çekilip bırakılmalarından suyun...
Eeee denizler bunca etkileiyorsa bu ay döngülerinden ve tutulmalarından, denizler -sular yani-
İnsan vücudunun kaçta kaçı su?
Uğraştırmayım sizi de söyleyim
İnsan vücudunun yüzde 66'sı, insan beyninin yüzde 75'i su...
Denizleri bunca etkileyebilen ay beynimizi ve bedenimizi etkilemez mi? O da su bu da su...
Etkiliyor işte..

Neyse ki bugün bitiyor... Tutulma gerçekleşecek ve cümleten rahatlayacağız, gerginliklere, depresyonlara sooooonn...


ohhhh günler de uzamaya başlıyor
bana göre bahar başlıyor kiiiiiiiiiii...
daha ne olsun..
Daha kışı yaşamadan benim baharımın gelmesi çok mantıklı görünmese de ben hep 21 Aralık günü başlatırım kafamda baharı, gün dönümü sebebiyle...

19 Aralık 2010 Pazar

2011'in Ağacı...

2011'de
Biz
Sevgiyi kaçırmamaya
Keşke dememek için ne gerekiyorsa yapmaya
Hiç Vazgeçmemeye
Hayallerimizin peşinden gidip;

Düşlerimizi ikiyle çarpmaya
HAYATI SIMSIKI YAKALAMAYA

Karar verdik

BEKLERİZ.......


2010_12_18

18 Aralık 2010 Cumartesi

Ordan Burdan Şurdan Parça Parça...

Evet
Nice zaman olmuştu..
Özlemişti haliyle bizi Bayındır acil
ne kadar olmuştu ne kadar olmuştuuuuuu..
hah hatırladım
en son 39 derece düşürülemeyen ateşle oradaydık Aygukla Fındık kurdunun nikahı günü
Nisan yani...
vay be hakikaten kızım büyümüş netleşiyor iyice....
daha küçükken biz uzatmazdık bunca arayı (maşallah deyim de...)
lakin
Bu gece ziyaret ettik
Hal hatır sorduk...

Panik yok
durum ciddi değil
Defne'nin sağ gözünde kızarıklık vardı ve konjüktivit ihtimaline karşı bir önlem alma çabasına giriştik hemen.
Malum göz yumuşak karnım ya benim...
Önemsizmiş
İlaç damla yazdı ama, bulunsun reçete elimizde diye yazdı
Akıntı olursa kullanın şu durumda gerek yok dedi
İçimiz rahatladı...
Tam oradayken biz Olga aradı
Panik yaptım onu da, acildeyiz deyince...
çıkıp geliyordu az daha
Dur dedim yahuu paniğe yok gerek
her şey yolunda...
IMG_7196
Eve dönerken dondurmacıya da uğradık neyse
söz verdi babası nihayetinde

Ne zamandır istiyor
Ama kış ya bakkallarda küçük marketlerde bulunmuyor
Defne sinir oluyor

Yurdum annelerinde "soğukta dondurma yersen boğazın şişer, hasta olursun" şeklinde  değişmesi zor bir paradigma olduğundan...
Ah bir anlatabilsem bunun tamamen asparagas olduğunu insanlara
Yok ama o kadar işlemişler ki mevzuyu bilinçaltılarına
kazısan çıkmıyor ya...
Neyse yemesinler ne yapalım
Biz analı-kızlı kar kıyamette dahi yeriz dondurmamızı ohhhh yalana yalana... Hiiiiç de o yüzden hastalanmadık
Hastalığı virüs ya da bakteri yapar, ha dondurma temiz şartlarda yapılmamışsa da içerisinde canlı psikrofilik (soğukta üreyip yaşayan ) bakteriler varsa o zaman iş başka... Hijyen önemli, tüm gıda maddelerinde olduğunca aslında...

Bende durum mu ne?
Hmmm
Sersemlik var
Soğuk algınlığı ilaçlarının verdiği meşhur kesintisiz uyku hali...
zaten çok parlak olduğu asla söylenemeyecek olduğum ses tonumun tam olarak "bet" bir hal almış olması hali....
Burun deliklerimden birisinin mutlak surette kapalı oluşu...
bir sağ bir sol şeklinde paslaşıyorlar
Şükür ki ikisi aynı anda kapanmıyorlar... Anlayışlı keratalar..
ve
Nefis bir öksürüğüm var nurtopu gibi
Tam tarif edersem durumumu
Eski Yeşilçam filmlerindeki aşkından yataklara düşüp ince hastalığa tutulmuş Hülya Koçyiğit kıvamı
hani öyle ki
benim bile bana inanasım gelmiyor öksürürken
yok canım resmen numara yapıyorum diyesim var o derece vahim durum yani...
şu "Tantum-verde " spreyi icat edene saygı hürmet... Hayat kurtarıcı bu gibi durumlarda...
IMG_2197
bu salak hastalığa da
boşa dememişler "paçavra hastalığı" diye
hem bol kağıt mendil (eskiden -yani bu tabir kullanıma sürüldüğünde- kağıt mendil yoktu paçavra kullanılmış paçavra denmiş haliyle-elbette bilimsel bir dayanağım yok bu koınuda tamamen kişisel fikrim yani ehühe) tüketimi
hem de insana kendini tam da paçavra gibi hissettirmesi açısından...

Bu arada birinin beni durdurması şart oldu
Hangi konuda mı
Kitap alımı konusunda
IMG_2198
IMG_2199





Okuyamamış olduklarım boyumu geçmişken

Hala ısrarla alıyor oluşum biraz da şımarıklık ama

Alooo

demesi lazım birinin...


Kendimi kaybediyorum ya kitap raflarında...





















İş güç olmasa anasını satayım

Otursam şööööyle dilediğimce süne süne kitap okusam berjerimi Anıt-Kabir'e doğru çevirip, ayaklarımı kalorifere dayayıp
yanında da mis gibi çay...

IMG_8868


kitaptan sıkıldım mı
Azıcık örgü örsem, örgü torbam da duruyor olsa yanıbaşımda...

Bu sene kışın kaba kaba el örgüsü kazaklar hırkalar süveterler moda
Bir de güzel stres attırır  ki insana o şişlerin tıkır tıkır melodisi..
uzun zaman oldu elime şiş tığ almayalı
ör geldi ama kriz kıvamında
öresim var bu ara
bakalım bu krizden çıkacak mı kayda değer sonuçlar
Olur da az biraz işe yarar bir sonuca ulaşırsam paylaşırım burada..
Tabi işe yarar sonuca ulaşmak için
Önce başlamak gerekiyor ahahaha...
Ben de başladım
Evdeki beşyüz örgü dergisine ek olarak beşyüz bir ve beş yüz ikinci dergileri aldım bugün
Bakıştık karşılıklı bayağı
flörte ne vakit başlarız onu bilemedim...
Uzamaz umarım fazla
IMG_2193

Ya gün yetmiyor ama bana...
Bir dilekçe yazıp günün 24 saatten mesela 30-32 saate falan çıkarılmasından söz etsem, üstüne talep etsem..


eee post yazmayı da abarttım resmen
Çok uzadı bu anlamsızlık
Birisi "püüüüüüf"lesin de
Yok olayım hadi ama....

16 Aralık 2010 Perşembe

Vicdan Muhasebesi

Hastayım...
Nezle olayı
Dünden belliydi
Genzim kaşınıyordu, burnum bir tuhaftı
Bugün tatatam
hoşgeldin kış...

Dün dedim Defne'ye
"Defneeee nezleni bana buşlaştırdın galiba"
yanıt geldi anında sektirmeden
"Eee napiim öpmeseydin o kadar çok"
peeeh
dünyadan haberi yok bu küçük cadının.
Öpmemek mümkün mü onu....

Akşam iş çıkışı geldik eve kıpırdayacak halim yok
Büü'nün de İspanyolca dersi var
-ah ben ne zaman başlayacağım ki-
(ölmeden yapılması şart işler listemde yer alıyor İspanyolca konuşabilmek..., haaa o liste
yazarım bir ara)

Zor şer bi kap yemek koydum çocuğun önüne
yedi kendi kendine
yattım ben
kafam yerinden oynamıyordu
baş ağrısı tavanda...
geldi resim yaptı biraz
"kostüm giymek istiyorum" dedi
al yerinden" dedim
taburesini götürdü ama uzanıp alamadı
"daha uzun tabure lazım" diye geldi
"düşersin" dedim
kalktım sürünerek ve azıcık söylenerek
"zamanı mı canım şimdi kostümün gece gece, ne istiyorsun, hangisi?"
"cadı" dedi
verdim yattım yeniden
bir müddet giymedi
"ne oldu" dedim
baktım göz pınarlarında minicik damlalar
"yavrum neden ağladın" dedim
"ben kötü çocuğum hastayken yordum seni diye" dedi
içim lime lime oldu
"yok annem yorulmadım ben, giy hadi sen, ateşim var ya, ondan söylendim, özür dilerim, seni her şeyden çok seviyorum ben"
güldü minik surat, ışıldadı gözler
giydi kostümünü
sonra
kitap okudu(uydurdu) bağıra çağıra
bir ara
usulca yanaştı yanıma
"anne sen çok hastasın ya
bu gece yatarken ben, kitap da okuyamazsın galiba bana" dedi
"baban gelince okur ama"
dedim ben de

sonra
...
sonrası kopmuş hatlar bende
uymuşum demek doğru olmaz pek
sızmışım - bayılmışım
işte her neyse

Büü'nün usulca seslenmesiyle uyandım...
"hadi çorba iç sıcak sıcak" diye

"Defne" dedim "uyumuş mu nerde"
"yatıyor uyumuş" dedi Büü

usulca gittim odasına
kendi kendine pijamalarını, uyku tulumunu giyinmiş, saçının tokasını çözmüş, battaniyesini çekmiş üstüne
melek...
IMG_2192
cadı kostümü
koltuğunun üzerinde duruyordu
cadı gibi hissettim kendimi söylendim kızıma diye...

gözlerim doldu..
pıtır pıtır yaşlar iniverdi

"hişşşşt çocuk" dedim
ne vakit büyüdün kendi kendine giyinip hazırlanıp yatıp uyuyacak kadar..
IMG_2191

sık yapar oldum bu aralar vicdan muhasebesi...
Ciddiyetle konuya eğilmeli.......

13 Aralık 2010 Pazartesi

An"KAR"a'nın "KAR"a Kışı

IMG_2177



Başladı An"KARA"nın kara kışı...
kar revan her yer...
uçsuz bucaksız
ve beyaz
göz alabildiğine
geldi An"KAR"a'nın "kar"a kışı
zifir soğuk hava
çatır buz sokaklar....
şeffaf....

ruhumca...
ruhumca soğuk
ruhumca şeffaf
ruhumca uçsuz bucaksız...

boşver anne
gerek yok eldivene kaşkole
bedenim üşüse ne gam anne
ruhum kesmiş buza
içim donuyor tirtir
içim buz çatır...

"Kar"a kesmiş An"kar"a'nn "kara" sokakları
beyaz
bembeyaz
uçsuz bucaksız

An"kara"nın "kara" sokakları buza kesmiş çatır
ruhum gibi buz An"kara"nın "kara" sokakları
içim gibi "kara"
Kar revan  An"kar"a sokakları
yüreğim kan revan
kızıl...
ruhumun "kar"ı buzu bulaşmış üzerine
dalında solamadan donan güller misal....

karvegül

boşver eldiveni kaşkolü anne
ne gam üşüse bedenim
yüreğim donmuş içimde KAN revan
ruhum buza kesmiş An"kar"a sokakları misali bulanmış "kar"a
çatır buz her yer
ortalık KAR revan....

9 Aralık 2010 Perşembe

ÇOCUĞUMA...............

Hayatın En Anlatılmaz Yaşanır Hissisin benim için Çocuk...
Benim cinsimdensin
Hemcinsiz ya..
Üstüne duygusalsın ya ben kadar -çok lazım ya bu dünyaya-
Ona sebep belki bu kadar yakın hissedişlerim
Hoş
Karşı cins olsan ne değişecekti ki...
Değişmezdi yok, sana hislerim..
İnsan içinde büyüttüğü, canından can katıp, kanından kan yapıp ortaya çıkardığı bir varlığa nasıl tutkuyla bağlanmaz ki?...
Öyle doğal ki sana bunca düşkünlüğüm..
Öyle özel ki konu sensen hissettiklerim
Anlatsam..
Anlamazsın ki çocuk...

İşte belki biraz da bundan "hemcinsiz ya ondan daha yakınsın" deyişim...
Ancak günü gelip de içinde bir can büyütmeye durduğunda bedenin, o can kıpırdadıkça, her kıpırdayışında karın boşluğuna saklanmış o eşsiz kelebekleri hareketlendirdikçe
işte o zaman
"annemin anlatmak istediği işte tam da bu"
diyebileceksin çocuk...

Bu duygu Çocuk..
Hani insanlar dur durak bilmeden anlatır, yazar, çizer, tasvir eder durur ya..
Sevgi  Sevgi  Sevgi
diye
İşte o Sevgi denen kavramın
Tıkanıp kaldığı Nokta..

Benim için SEN Çocuk
Bir adım ötesi yok...

Leylaymış Mecnunmuş, Ferhatmış, Şirinmiş
çöllere düşmek, dağları delmekmiş
İnan Çocuk
İnan ki bana
Hepsi Palavra...

Seni içimden aldıkları an duyduğum o ağlama sesin
"burası da neresi" ifadesini o zaman bile oturtabildiğin yüzün..
sarıp sarmalayıp emzir diye koynuma verdikleri bir kıyma paketinden(*) çok da büyük olmayan sıcacık bedenin

işte bunları duyup, görüp hissettiğim anlar var ya...
işte o anlarda başladı benim SEVGİ gerçekliğim....
Her şey bir yanılsama olsa dahi
SENsin Çocuk benim için tek realizm....

Eksiktim... Hep boşluktu bir yanım..
SENinle doldurdum
Ben SENinle Tam oldum Çocuk


Koşulsuz Sevgimsin Çocuk


Yaşamdan Vazgeçmeyişimsin Çocuk


Hayata Asılma Sebebimsin Çocuk


Şu dünyaya bırakabildiğim tek mükemmel İzsin Çocuk


Gözümde hiç büyümeyenim
Vazgeçilmezim
Güneşim
Ayım
Işığım
Gözümde yaşım
Yaşam telaşım
Ekmeğim
Suyum
Aşımda tuzum
Yavrum
Kızım
Evladım
İYİKİMSİN ÇOCUK


IMG_4154





(*) "Kıyma Paketi kadar Çocuk" Duygucanım'dan alınma bir tabirdir.

8 Aralık 2010 Çarşamba

NİYE?

Kadın aklından geçirip duruyordu...
Gidenlerin ardından ille de gelmeli miydi birileri.... Yeri boş kalsaydı mesela. Olmayacak mıydı
ruhunu yormak mıydı bu hayata gelme amacı
kendi kendi ruhuna eziyet eder miydi insanoğlu?
esas soru bu olmamalıydı aslında
ederdi evet
ederdi de

niye?

işte buydu sorulması gereken aslında

Niye...?

yeterince acı çekip kanamamış mıydı yüreği..
yeterince çekiştirilmemiş miydi bir sağa bir sola..
yürek bu ne kadar dayanırdı ki bunca mıncıklanmaya...

Darmadağındı kadın
yapayalnız...
neydi istediği
ve
neydi istemediği
bilinçsiz...

yakın zamanda bir adam vardı hayatından geçen usulca
dokunmadan hiç hayatına...

vebalıymışçasına uzağından
ama yine de tam ortasından hayatının...
öylece
değmeden geçerken yine de almıştı kadının uzattığı yüreği avuçlarına
sıkmış sıkmış sıkmıştı aylarca
ve yoğurup, çekiştirip, büküştürüp vermişti kadına...
şimdilerde yolları apayrıydı
ve kadın
anımsamıyordu çoğu hissettiği yürek acılarını...
hani itiraf bile edemediği aşktan ne beklemişti ki sanki...
özledim
diyemediği
köşeye sıkışıverdiği bir aşktı yaşadığı..

aşk mı?
değildi belki de
böyle olamazdı aşk denen büyü herhalde...

zoraki çekilip alınıverilmiş olup olası iki -üç iteleme sevişme kaçamağından ötesi yoktu aslında
-ki bunun sözünü etmek de yasaktı kadına-
ettiği her kelime aleyhinde delil olarak kullanılarak cezaların en ağırına çarptırılmasına sebep olmuştu zamanında...
ceza: adama ulaşma yollarının adamca kapatılması acımasızca....
sırf ona çıksın yolu diye susmuştu kadın
"özledim" bile diyememişti..
özlemezdi adam çünkü...
özleyemediğinden değil elbet
kadını özlemediğinden
kadın "özledim" diyemiyordu işte
zira adam
"ben de" demeyecekti, "o da" olmadığına göre
özlemiyordu o zamanlar da kadını, kadın dönüp gidince yoluna da özlememişti, özlemeyecekti gelecekte de elbette...
oysa bu kadın
nasıl da güzel severdi...
öyle herkesinkine benzemezdi sevgisi...
ama artık her neyse neydi..

kadın yolunu kaybetmişti
ve artık
ne olursa olsun adama çıkmayacaktı o yol...
yolsuzluktan yok olsa da kadın
tek çıkış yolu olsa da adamın yolu
kadın sapmayacaktı

kadın
yarala(n)ma uzmanıydı belki de...
hep
hep kendi kendini yaralayacaktı....
hep kendi kendine yaralanacaktı....

şimdilerde sancılı bir "şey"in eteklerindeydi zirvesi olmayan...
dar zamanlara itelenmiş... sıkışık mekanlara hapsedilmiş, kaçamak öpüşlerin anlık hazlarına kilitlenmiş...
aşkın esamesi okunmayan...
sevişir gibi yapılan (aslı halk diliyle bildiğin 'düzüşme' olan) minicik çalıntı anlarda kulağına başka isimlerin fısıldandığı.... yasaklı kaçamaklardan ibaret 
ilişki bile denemeyecek bir "şey"in..
nesaynakadın gerçekten bu kadar 'çirkin'leşiyordu...
kadın gerçekten bu kadar 'çirkef'leşiyordu...
kadın gerçekten ayna ile yüzleşemiyordu
aynadan ona bir başkası bakıyordu
kadın aynadaki o yansımayı tanımıyordu
yolunu bulamıyordu
utanıyordu...

yolunu kaybetmişti, evet kadın... ve başı önündeydi utancından doğru ... ve ne vakit hafif kaldırmaya kalksa başını sürüklendiği yerin tanımsızlığından daha da çok eğiyordu

ve daha çok

ve daha çok.....

ve her defasında daha çok nefret ediyordu
ruhundan... 
kendinden..
hayatından....

kısır döngü

fasit daire

çıkmaz

işte artık kim adına her ne derse...

o

bu

şu...

aslında soru tekti

kendi kendi ruhuna NİYE eziyet ederdi insanoğlu...

7 Aralık 2010 Salı

Camera Lucida - Roland Barthes

IMG_2033
"Fotoğrafın sonsuza dek kopyaladığı şey aslında yalnız bir kez olmuştur. var oluş açısından asla yinelenemeyecek olanı, mekanik olarak yineler Fotoğraf." (s. 18)


"Portre fotoğrafı kapalı bir kuvvetler alanıdır. burada dört görüntü repertuvarı kesişir, birbirine karşı koyar, birbirini çarpıtır. Mercek önündeki ben, aynı anda: olduğumu sandığım, başkalarının olduğumu sanmalarını istediğim, fotoğrafçının olduğumu sandığı ve fotoğrafçının sanatını göstermek için kullandığıyımdır."(s. 27)


"Fotoğraf tek sözcüğün ani bir hareketiyle bir tümceyi betimlemeden düşünceye kaydırıveren metnin tam tersine, salt olumsaldan başka bir şey olamayacağı için etnolojik bilginin asıl ham maddesini oluşturan "ayrıntıları" ortaya çıkarıverir." (s.45)

"(bana öyle geliyor ki), Fotoğraf sanata Resim'le değil, Tiyatro'yla dokunur. Niepce ve Daguerre hep Fotoğrafın kökenine yerleştirilmişlerdir (ikincisi birazcık birincisinin yerine el koymuş ise de); şimdi, Daguerre, Niepce'in buluşunu devraldığı sırada, Chateau Meydanı'nda ışık gösterileri ve hareketlerle canlandırılan bir panaroma tiyatrosu yönetiyordu. Kısaca camera obscura aynı anda, üçü de sahnenin sanatı olan perspektif resim, fotoğraf ve diyorama üretiyordu. Ama Fotoğraf bana Tiyatro'ya daha yakınmış gibi geliyorsa (ve belki de bunu tek gören benim), bunun nedeni tekil bir aracıdır. Ölüm. Tiyatro'yla Ölüler kültü arasındaki ilk ilişkiyi biliriz: oyuncular Ölü rolü oynayarak kendilerini topluluktan ayırırlardı: kendine makyaj yapmak, kendini aynı anda hem canlı, hem de ölü olarak göstermek demekti: totem tiyatrosunun beyazlaştırılmış büstü, Çin tiyatrosundaki yüzü boyalı adam, Hintli Katha-Kali'nin pirinç makyajı, Japonların No maskesi...İşte Fotoğraf'ta da aynı ilişkiyi buluyorum ben; onu ne kadar "canlı gibi" yapmaya çalışırsak çalışalım (ve bu canlı gibi olma çılgınlığı ancak ölümü kavramamızın mitsel bir yadsıması olabilir), Fotoğraf aslında ilkel bir tür tiyatro, bir tür Canlı Tablo, altında ölüleri gördüğümüz hareketsiz ve boyalı yüzün bir temsilidir." (s. 47-48)

"İşletici'nin asul hareketinin bir şeyi ya da bir kişiyi (fotoğraf makinesinin küçük deliğinden) şaşırtmak olduğunu, ve o halde bu hareketin ancak fotoğraflanan öznenin  haberi olmadan yapıldığında kusursuz olabileceğini sanıyorum (yapabileceğim tek şey sanmak, çünkü ben fotoğrafçı değilim). İlkesi (daha doğrusu mazareti) "şok" olan fotoğraflar işte bu hareketten türerler; çünkü fotografik "şok" (ki  punctum'dan epeyce farklıdır), yaralamadan çok, oyuncunun kendinin bile farkında ya da bilincinde olmayacağı kadar iyi gizlenmiş olanın ortaya çıkarılmasıdır. Yani bir alay "süpriz" (izleyici olan benim için böyle); ancak fotoğrafçı için bunlar birer 'gösteri'dir." (s.49)

"... bir anlık hareketi fırsat bilen Fotoğraf, hızlı bir sahneyi karar anında durdurur" (s. 49)

"Görünüşe bakılırsa toplum saf anlama pek güvenmez: anlamı ister, ama daha az şiddetli olması için de bu anlamın (sibernetikte söylendiği gibi) bir gürültü ile çevrelenmesini ister. Yani anlamı (etkisi demiyorum) çok çarpıcı olan bir fotoğraf hemen saptırılır; onu artık politik olarak değil, estetik olarak tüketiriz." (s.51)

".. 'iyi' fotoğrafların heterojenliğine bakarak tek söyleyebileceğimiz şey nesnenin konuştuğu, bizi gizliden gizliye düşünmeye zorladığıdır." (s. 54)

"Fotoğraf korkuttuğu, ittiği ve hatta damgaladığı zaman değil, kara kara düşündürdüğü zaman yıkıcıdır." (s. 54)

"Bence görünüm fotoğrafları (kent ya da kır) gezilebilir değil, yaşanabilir olmalıdır." (s.55)

"Bir şeyi belirtmesiyle, artık fotoğraf 'herhangi bir şey' değildir"(s.66)

"Eninde sonunda -ya da sınırda- bir fotoğrafı iyice görebilmek için en iyisi bir başka yana bakmak), ya da gözleri kapamaktır. 'Görüntü için gerekli koşul, görmedir' demiş Janouch Kafka'ya; Kafka da gülümseyerek yanıtlamış: 'Biz nesneleri aklımızdan çıkarmak için fotoğraflarız. öykülerim gözlerimi kapamamın bir yoldur.' Fotoğraf sessiz olmalıdır (yaygaracı fotoğraflar da vardır, onları sevmem): bu bir ölçülülük sorunu değil, bir müzik sorunudur. Mutlak olan özellik ancak bir sessizlik hali ve çabası içinde sağlanabilir (gözlerimizi yummak görüntüyü sessizlikte konuşturmaktır). Fotoğrafın beni duygulandırması için onu her zamanki zırvalarından geri çekmem gerekir. "Teknik", "Gerçeklik", "Röportaj", "Sanat", vb. : susmak, gözlerimi kapatmak, ayrıntının kendi ahengiyle etkin bilince yükselmesine izin vermek." (s.71)

"Fotoğrafı hareketsiz bir görüntü olarak tanımladığımızda, bu yalnızca onun temsil ettiği biçimlerin hareket etmediği anlamına gelmez: onların fotoğraftan çıkmadığı, ayrılmadığı anlamına gelir: aynı kelebekler gibi uyuşturulmuş ve yere mıhlanmıştır bu biçimler." (s. 73)

"Fotoğraf tam anlamıyla göndergenin fışkırmasıdır. Oradaki gerçek bir bedenden çıkan ışınımın sonunda burada olan bana değer; aktarımın süresi önemsizdir; yitik varlığın fotoğrafı, bir yıldızın geciken ışınları gibi bana dokunur. Bir tür göbek bağı fotoğraflanan şeyi benim bakışıma bağlar: burada ışık, elle tutulmaz da olsa bedensel bir ortam, fotoğraflanmış olan herkesle paylaştığım bir değerdir.

"Öyle görülüyor ki 'fotoğraf'a Latincede 'imago lucis opera expressa' denebilirdi; yani ışığın etkisiyle açığa çıkan, 'özü çıkarılan', 'asılan', 'dışa çıkan' (limonun suyu gibi) görüntü." (s. 99)

"Fotoğraf geçmişi anımsamaz (bir fotoğrafın Proust'çu yanı yoktur). Bende yaptığı etki (zamanla ve uzaklıkla) bozulmuş olanı yenilemesi değil, gördüğüm şeyin gerçekten de var olduğuna tanıklık etmesidir. Yalnız bu, kesinlikle skandal yaratan bir etkidir. Fotoğraf tükenmezcesine kendini sürdüren ve yenileyen bir şaşkınlık ile şaşırtır beni her zaman." (s. 101)

"Fotoğrafın  neyin artık olmadığını söylemesi gerekmez; o yalnız ve kesin olarak neyin olmuş olduğunu söyler." (s. 104)


"Fotoğrafta Zaman'ın hareketsizleştirilmesi aşırı ve korkunç bir boyut kazanır: Zaman oburca yutulmuştur. Fotoğrafın 'modern' ve gürültülü gündelik yaşamımıza karışmış olması onun anlaşılmaz bir gerçekdışılığa, kanın damarda duruvermesi gibi tuhaf bir mıhlanmaya, bir statis'e sahip olmasını engellemez." (s.109)

"Fotoğraf şiddetlidir: şiddeti gösterdiği için değil ama her seferinde görüşü zor kullanarak doldurduğu ve içindeki hiçbir şey reddedilemediği ve dönüştürülemediği için şiddetlidir. " (s.110)

3 Aralık 2010 Cuma

Büyülü Fotoğraf da neyin nesi diyen varsa...

iyi midir kötü müdür bilemediğim bir huyum var...
Kafayı taktım mı bir mevzuya, dibine kadar girip görüp öğreneyim istiyorum...
Öğrenmenin yaşı yok... Okudukça, gördükçe, duydukça fark ediyorum ki
bir hiçim aslında şu koca evrende...
ne biliyorum ki aslında?
bilinebileceklerle kıyaslandığında bilebildiklerim okyanusta bir damla bile değilken...


Fotoğraf bu aralar beni en meşgul eden konu
Sürekli okuma
araştırma
bulma
tanıma çabasındayım...
Ne kadar çok dalarsam
o kadar görüyorum ne derece dipsiz kuyu olduğunu
zaman zaman ümitsizliğe kapılıyorum karşılaştığım kareler yüzünden...
Beni eni konu büyüleyen -ama resmen büyüleyen, öylece bakakaldığım gözümü ayıramadan epey süre- karelere imza atmış olan fotoğrafçılara rastladım araştırıp okurken...
Her şeyi öğrenemem elbette
ama ne kadar fazla o kadar iyi sanırım...
Her bilgi girişi, her görsel yansıma gri hücrelerime çarpan
hep yeni bir bakış açısı
yeni bir görüş perspektifi sağlıyor bana..
Perspektifimi ne kadar genişletebilirsem o kadar iyidir bana kalırsa...


Son tanışıklığım Rarindra Prakarsa
ve onun vasıtasıyla ulaştığım yakın arkadaşı Andre Arment
tarzları tamamen aynı
sanırım Arment biraz Prakarsa'dan esinleniyor...
Çok çok iyi kareleri var ama kendi tarzını yaratsa belki daha doğru olur
çünkü Arment'in karelerini gören birisi tereddütsüz Prakarsa dyecektir...
ve bir fotoğrafın Prakarsa'ya ait olduğunu anlamak son derece kolay
(Arment'i saymazsak) tereddüde düşürecek tek karesi yok...
İmzaya ne hacet tarzı imza olmuş demek lazım galiba.


Prakarsa "Doğa'da İnsan" çeken bir fotoğrafçı
fotoğraftaki çıkış noktası ve ana prensibi
"insanlar tablo gibi fotoğraları ve fotoğraf gibi tabloları severler"
çıkış noktasına zerre ihanet etmemiş
karelerinin yağlıboya tablolar değil de fotoğraf olduğuna inanmak son derece zor.


Prakarsa ciddi boyutta dijital teknoloji kullanan ve bunu açıkça dile getiren bir fotoğrafçı, çok eleştirilmiş fotoğraftaki manipulasyonları sebebiyle...
ancak fotoğrafçılık camiasında da ismi yer etmiş "rarindra etkisi" adı altında uğraşılıyor kareleri taklid edilmeye...
ben manipulasyona -anlamsızca yapılmadığı sürece- karşı değilim... Elbette fotoğrafın kadrajlandığı andaki amacından alıp çok uzaklara taşınmaması lazım... Analog fotoğraf çekip de dijital çekenlere tü kaka muamelesi yapan hele Phptpshop'un adını bile anmayan andırmayan kimi fotoğrafçının vakt-i zamanında karanlık odada neler yaptığını da biliyoruz elbette...
Ayrıca Rarindra'nın karelerini bu derece büyülü yapan sadece dijtal fotoğraf işleme teknikleri olamaz..
Bence o ülkenin iklimi, renkleri, tropik etkiler taşıyan havası da büyük pay tutuyor bu karelerin ortaya çıkmasında...


Aslında bu kadar söze gerek yok
Kareleri gördüğünüzde bir araba lafı gereksiz ettiğime
bu kareler için kelimelerin kifayetsiz olduğuna emin olacaksınız sanırım en az benim kadar...




5291450-lg[1]


4906456-lg[1]


5355919-lg[1]


4994338-lg[1]


11458011-lg[1]


10937032-lg[1]

Gerçekten masal gibi öyle değil mi?
Prakarsa'nın Endonezya'da
"Endonezya'nın Büyülü Deklanşörü" ismiyle tanınması
sizce de çok normal değil mi?


ve
Andre Arment'e ait kimi kareler
aynı kişi basmış gibi adeta deklanşöre...


9339148-md[1]


6412508-md[1]








10128151-lg[1]

1 Aralık 2010 Çarşamba

Yarım kalanlara dair

kKütüphanesinde bir kitap ilişti aniden gözüne kadının...
Nasıl da unutmuştu o kitabı
başlamıştı bir heyecanla okumaya ve bir gecede yarılamıştı..
sonra ard arda gelen bir kaç telaşlı hadise
unutturuvermişti işte
hiç yarım kitap bırakmak adeti olmadığı halde...
yine kapıldığı heyecan duygusuyla aç kurt gibi atıldı kitaba, çekip aldı koyduğu raftan, ve içinden katlanmış bir kağıt sıyrılıp uçtu yere doğru ve konuverdi halıya usulca..
eğildi kadın
aldı kağıdı
kat yerlerini açtı
bir mektup buldu
aylar öncesinden
yaz mevsiminden
temmuzdan kalma
adama yazılmışlardan bir tane
kitap gibi unutulmuşlardan...
hiç verilmeyeceğini bile bile yazılan onlarcadan biri sadece
tereddüt etti okumakla okumamak arasında
yırtmaya yeltendi
kıyamadı
oracıkta kütüphanesinin önünde  bağdaş kurup halıya
okudu bir solukta...


....


Seni Seviyorum
Seni Sevmek doğrudur ya da yanlıştır bilmiyorum
Bilmek de istemiyorum, ben sadece seni sevmenin keyfini sürüyorum...
Her sevgi karşılık bulmaz hayatta; ben seni seviyorum, sen beni sevmiyorsun diye sana kızmıyorum, kendime de kızmıyorum...
Ben sadece seni sevmenin keyfini sürüyorum
Ben seni seviyor oluşumun yanı sıra seni seviyor olmayı da seviyorum...
Sesini işittiğim an yüzümde oluşan tebessümü seviyorum. Bakışlarını yakalamaya çalışırken gözlerim, gözlerinle çarpıştıkları o bir saniyelik zaman dilimlerini seviyorum... Sarılıp tenime kazıyamasam da bir rüzgar hafifçe getiriverdiğinde burnuma; kokunu içime çekmeyi seviyorum... Burnumu gömüp uykuya dalamasam da kaçamak bakışlar atmayı seviyorum boynunun kıvrımına... Parmaklarımı içinden usulca geçiremesem de, dalgasını seviyorum saçlarının, hafif hafif uçuşmasını rüzgarda..ılık ılık öpemesem de doya doya, her hareketini izlemeyi seviyorum dudaklarının, hedef oluvermelerini bilinçsizce bakışlarıma...
Seni Sevmeyi Seviyorum
Seni Seviyorum
Seni Sevmek doğrudur ya da yanlıştır bilmiyorum...
Umurumda da değil
Sorgulamıyorum...
Ben seni sevmenin keyfini sürüyorum...."

kağıt elinde
oracıkta bağdaş kuruverdiği yerde
bir hayli süre
öylece oturakaldı kadın
otura ve düşünekaldı geride bıraktığı o tarifsiz aşkı...
sonra silkindi hafiften,
ayağa kalktı
yırtmaya yeltendi mektubu
kıyamadı...
aynı kat yerlerinden özenle katladı yeniden
yerleştirdi aynı kitabın içine
ve içinde kabaran kitabı kaldığı yerden devam etme heyecanına, kaşları çatık bir bakış atarak
koydu kitabı kütüphane rafında, aldığı yere
öylece yarım haliyle
yarım kalmış aşkına bir atıf olsun diye...

yüzünde anlamı çözülemeyen tuhaf bir gülümseme ile
içinden mırıl mırıl bir sesle

"e be adam alfabeler dolusu harf borçlusun bana
yarım kalmış cümlelerime ait alfabeler dolusu harf...."

diye söylene söylene


...
..
.