30 Eylül 2010 Perşembe

Anekdot

Tarih:
26 Eylül 2010 Pazar

Defne:
Anneee sabah kahvaltıcıda çalan gelmeli şarkı vardı yaaa, nasıldıı?


(cümlenin başını tam duyup da anlayamayan)
Nes:
Hangi şarkı, nece olanı diyorsun?

Defne :
Üff Annnneeeee GELMELİ dedim GEELMEEELİİ,
gelmeli fransızca mı?



Nes !!! (içinden Olduuuuuuuuuuuuuu)








Aşk Bir Hastalıksa Eğer

Aşk bir hastalıksa
-ki ben öyle düşünüyorum-
artık iyileşiyorum....

nasıl ki
en kötü hissettiği gecedir hastaların
iyileşme başlamadan bir adım evveli
"tamam" der insan hani "ölümdür sonu bu hastalık bir adım daha giderse ileri..." 
lakin ertesi gün hastalık hızla kaçmaya başlar geri...

işte bende şu sıralar
düşünemez oldum ondan başka bir şeyi;
kenarı tırtıklı bir meyve bıçağı daldırmışlar da yüreğimin derinliklerine; bir de çeviriyorlar o bıçağı gibi...
Göğsümden söküp almışım da sanki üzerinde bıçak saplı kan içinde yüreği
avucumda sıkıyor da sıkıyorum üstüne üstlük sanki...
öylesi tarifi imkansız bir acıya dönüştü işte son günlerde
nicedir içimde barınıp duran aşk,
tedavisi zor bir virüs misali..

çok yakın;
hissediyorum
bu
"ha öldüm ha öleceğim" acılarının ardı
pırıl pırıl bir sonbahar sabahı

Aşk bir hastalıksa eğer
-ki ben öyle düşünüyorum-
evet evet
eminim
biliyorum

ARTIK İYİLEŞİYORUM....







29 Eylül 2010 Çarşamba

Hataymış....

İzin istemeden senden, girmeye kalkıştım gönül kapından...

Hataymış...

Aralıktı evet

Cezbedici renkleri görüyordum o aralıktan

Hissediyordum içine çekeceğini beni...

Çekti...

Usulca süzülmeye kalkıştım kendi alacakaranlığımdan senin gönlünün parlak renklerine

İzin istememek senden
Hataymış...

Aralık kapıyı itiverirken üzerime, gönlünün dışında tutmaktı beni elbette senin de amacın
Bilemezdin cezbedici renklerinle büyülendiğimi
Bilemezdin, iterken kapıyı, geri adım atmayacağımı

Gönlünün kapısına sıkışıp kaldım...
Ne senin rengarek dünyana daldım
Ne kendi alacakaranlığıma döndüm...

28 Eylül 2010 Salı

Cueva de Nerja / Costa Tropikal / FRIGILIANA

Bizim bu İspanya gezisi özünde Büü'nün dil ve kültür tanıma gezisi idi. Kaldığımız bir hafta boyunca sabahları dil okuluna devam edecekti onlar.
Ben fasülyeden eş durumundan katıldığımdan okula filan gitmedim tabi sabahları ;)

6 Eylül pazartesi Büü sabah biraz gecikmeyle okula gitti ben de güüzelce uyudum yumuş yumuş...
Okul sonrası beni aradılar
Denize gitme günüydü o gün
Bikinimi giyip içime gidip buluştum bizim okullu tayfayla :)
Birer sandwiç yedik ve  Costa Tropikale gitmek üzere bindik minibüslerimize..
Bir saatten biraz daha uzun süren bir yolculuktan sonra ilk önce
"Cueva de Nerja" ya uğradık.
Bu koskocaman bir mağara...

ucu bucağı yok..
Şu resmedilen birkaç velet kuş yumurtası ararken keşfetmişler ilk bu mağarayı



Eski zaman insanlarının yerleşim yeri imiş
Şu resmini çekmeye çalıştığım oluşum dünyanın en büyük doğal kolonu imiş
Biz görmedik; sanırım henüz oralar ziyarete açılmak üzere tam hazırlanamamışlar ama duvarlarında taş devri insanlarının çizdiği bizon resimleri falan olan devasa bir mağara
Etkileyici bir yerdi
ama itiraf etmeliyim ben bu mağaranının 50'de 1'i bile olmamasına reğmen "Marmaris Nimara Mağarası"nı tercih ederim...
Fazla insan izi vardı elbette turizm geliri için, içeriyi dolanan metal merdivenler falan hayli itici geldi bana
yoksa sarkıtlar, dikitler, ambians gerçekten büyüleyiciydi
Henüz ziyarete 3'te 1'i açılmış birbirine bağlanan salonlardan oluşuyor, bir tanesi bale salonu
Her yıl "Cueva de Nerja" festivali yapılır ve çok az sayıda bilet satışıyla, çok özel insanların izlediği bale gösterileri olurmuş...

Mağara turumuzdan sonra yine doluşup minibüslerimiz deniz kenarına gittik...
kumlara yayıldık

ve attık kendimizi denize
nefisssstiii...
Antalya'nın denizine kumuna benziyordu ama bir hayli sakini demek mümkün
denizin içinde oynadık şımardık
küçük çocukken olduğu gibi parmak uçlarımız yaşlılar gibi kırış kırış kırış olana değin kakırdayıp kıkırdadık suda 
sonra kumlara serilip sohbet ettik uyukladık...

Antalya - Bodrum - Marmaris'te öyle çok deniz - kum fotoğrafı çekmişim ki canım makineyi elime almak istemedi
Adet yerini bulsun diye bir kaç kare için bastım deklanşöre ya gerisine uğraşmadım fazla canım istemedi


akşam üstüne doğru toparlanıp giyinip yine minibüslerimizi doluşarak benim tüm ispanya seyahatimiz boyunca en hayran kaldığım yer olan minik bir endülüs köyüne gittik.
"Frigiliana"



Bembeyaz evleri,

duvarlarda begonvilleri ile

ilk intibaa olarak çok Bodrumvari dedirten

tertemiz bi yer...






Daracık sokakları büyüleyiciydi
























merdivenleren oluşan bir sokak görmek enteresan bir tecrübe oldu benim için itiraf etmeliyim ki


sokakların bunca dar olması


çok sıcak geçen yaz aylarında evler birbirine gölge yapsın


kışın da kolay ısınma sağlansın diyeymiş...















bu köy 3 dinin karman çorman olduğu bir mekanmış
ve hatta böyle bir festivalleri varmış her sene yapılan.


İslamiyet - Yahudilik ve Hristiyanlık birbirine kaynaşmış
hani zamanında kötü savaşlar olmamış değil
ve hatta çok üzücü hikayeler de anlattı Jose ama
anlatasım yok benim
büyüyü bozmak değil niyetim

evlerin kapılarına




tokmaklarına





ferforje balkonlarına
balkonlardaki çiçeklerine







sevimli hediyelik eşya dükkanlarına





her bir yerine hayran kaldım ben bu köyün






hani vakit olsa

sanırım

üşenmeden
her evin

her restaurante nin

her köşenin

tek tek fotoğrafını çekebilirdim...




















ama vaktimiz dardı
Granadaya dönmemiz gerekliydi
ama ondan önce doymamız gerekliydi, yüzme şu bu derken açlıktan geberecek kıvamdaydık topumuz


nefis frigiliana manzarasına nazır



terasımsı bir restaurante de
yemek yiyip
nefis el yapımı firigiliana şaraplarını yudumlamak..
tarifsiz bir zevkti gerçekten...



masalda gibiydim sanki...
gerçek olamayacak kadar güzeldi adeta
yağlıboya bir tablonun içine mi kaçmıştık topluca
yoksa Alice gibi uyuyakalıp ağaç altında
Harikalar diyarına mı düşmüştü yolumuz...

tadı damağımda kaldı frigiliananın

aslında köyle ilgili teorik bilgi vermek vardı aklımda yazının başında
lakin
el vermedi içim burayı öyle anlatmaya
bu da benim kalemimden firgiliana
çook merak eden olursa teorik kısmı
baksın coğrafya kaynaklarına.....

22 Eylül 2010 Çarşamba

Bardaklara Tapa

İSPANYA MACERASINA DEVAM:

Saat 9 a doğru
topladık pılımızı pırtımızı
doooooru otobüs durağına
binip otobüse dağıldık herkes kalacağı yerde indi haliyle...
















bizim şehir merkezindeydi otelimiz
in cin top atıyordu sokaklarda
sabahın erken saatleri 9 İspanyollara
süne süne uyumaktalar henüz o saatte
gün de yeni yeni ağarmış oluyor zaten
enteresan özetle












otelin lobisine girdik (evet bu fotoğraf lobiden alakası ne ben de bilmiyorum ama hoştu o kesin :))
kaydımızı bulamadı hayatımda gördüğüm en hızlı konuşabilen adam
siz kahve içip gelin bakalım
demiş
Büü söyledi










ben kahve içerken sessiz sakin yeni yeni insanlanmaya başlayan sokakta
Büü tekrar gitti.
Dil okulu hata yapıp Bülentin değil Meltem'in adına yaptırmış rezervasyonu
onu da Meltem değil Neltem olarak :)
Allahtan Büü görmüş adam bakarken de çakmış
























Apartımıza götürdüler bizi bunu üstüne
yerleşelim diye

binadan girdiğimiz dakka vuruldum kalacağımız yere
İç mimarlar tarafından Endülüs tarzı restore edilmiş...
Taş duvarlı
Ferforje balkonlu
Muy Bien Muy Biennnnnnnnnnnnnnn....










































Valizi açıp yerleşip cup duşa
duştan cup yatağa
sırtımız yatak gördü ya
ne saaadetti ama...
Uyumuşuz yumuş yumuş
uyandığımızda 15.00 di saat lakin
sanki 19.00-20.00 olmuş hissiyatı vardı üstümüzde
Hakikaten sabahlar gibi akşamlar da olmuyordu yahu bu memlekette...

Giyinip çıktık
Ekiple buluştuk bizim..
Oturduk bize yakın bir cafede
söyledik biralarımızı
hooop her biraya bir tapas tapadılar :)
yiyecek bir şeyler yani
meze bizim deyişle...
İspanyollara özel TAPAS adeti içki yanında yiyecek bir şeyler ikram etmek. Hikayesini Özge'den dinledik:

"Vakt-i zamanında İspanyanın bol bol savaşlara girdiği eski devirlerde Kral her daim savaş ilan eder ve asker toparlar imiş. Bu askerlerin tamamına yakını civar il, ilçe, köylerden toparlanıp gelirlermiş gelmesine ama başkente varana değin yollarda sefil, perişan ve bir miktarda telef olurlarmış. Fakirlikten yiyecek de alamazmış çoğu, anca içki içebilirlermiş durdukları hanlarda maksadı deva susuzluklarına. Bakmış böyle olmayacak, bir bildiri yayımlamış Kral ve demiş ki:
- Ne vakit bu adamlar bir içki içer, bardağın üstüne yiyecek bir şeylerden tapa yapın."

İşte bu Tapas adeti de kalmış yadigar o günlerden bugünlere
Sevdim bu adeti ben
Şık olmuş kanımca...

Granada?

Ben hayran oldum Granada'ya
yaşayabilirim İspanyolcayı söksem orada ...



17 Eylül 2010 Cuma

Soy una mujer turca en España *

Cumartesi sabaha karşı 3'e kurduk saatlerimizi -hoş ben yine yatamadım ve 2.30'da anca becerdim uyumayı; saat de 3'te çalıverince tam yeni dalıyor olmalıyım ki yüreğime indi, bir korktum kiiiiiiiii, evlerden uzak- neyse; hazırdı her bir şeyimiz; giyinip çıktık, ee ses oldu haliyle bir miktar; çıkarken alt kattaki huysuz teyzenin hışmından milim farkı kurtardım paçayı; tam ben kapısının önünden geçmiştim ki, açıp kapıyı şaaaaaaaaaaar diye şarladı "ne kadar çok gürültü yapıyosunuuuuuzz" diye. tüydüm gık demeden :P

4 Havaş'ını kaçırıp 4.30 Havaş'ına bindik Check-in sonrası "İkametiniz Türkiye'de değil" gerekçesi ile bize oy kullandırmadılar. Bunu bir çifte standart olduğu da göz önündeydi. Kullanan kullandı yani öyle söyleyim. Sinirlendik ama elden bir şey gelemedi yazık ki.

Özge, Scott, Şebnem, Meltem ve Miray'la tanıştım. Büü'ye kızdım bunca zaman arkadaşlarını benden sakladığı için :)... Hoş Meltem ve Şebnem ile Büü de orada tanıştı ya... Nessseee... Ekibin sağlam olacağı o dakka belli oldu. başka arkadaşlar da vardı ama onlar genelde bizden ayrı takılmayı tercih ettiler. Lâkin şu sözünü ettiğim 7'li İspanya'ya damgasını vuracaktı; baştan belliydi :)

Vakit geldiiii, bindik uçağaaaa


Münih aktarmalı uçuyorduk ancak Münih'te sağolsunlar pasaport kontrolünde ıcığımızı cıcığımızı inceleyip -her nedense en çok bana- binlerce soru sorup içimizi bayıltarak ve Avrupa Birliği sınırına gireceğiz diye çifter çifter pasaport kontrolü ve incelemesi yapıp oyaladıklarından Madrid uçağımızı kaçırdık. Neyse ki 3 saat kadar sonra havalanacak olan bir diğerinde 9 kişilik yer ayarlandı da biz de bu vesileyle ortada kalmaktan yırtmış olduk.














Münih havaalanında oturup geyik yaptık ve hatta sabahın o saatinde bira bile içtik abartarak ve hatta hatta bira köpüğü ile öpüşerek bira aşkında varılabilecek son noktaya da vasıl oldum şahitler önünde. Efes'e ihanet hoş olmadı ammaaaa napalım...








uçağımıza yerleşip sonrasında Madrid'e indiğimiz vakit saatler henüz öğleni göstermekteydi belki ama biz akşamın 7'si olmuş hissiyatındaydık cümleten.

Madrid'i çok beğendim diyemeyeceğim ama şu da bir gerçek ki Madrid'i gördüm demek de çok mantıklı bir yaklaşım değil aslında. Genel anlamda köstebekler gibi yer altında geçti zamanımız.



metroda oradan oraya sürüklenerek falan. Granada için otobüs biletlerimizi alıp valizlerimizi emanete bırakmak için otobüs terminaline gittik; o metrodan ona bin, ondan in öbürüne bin, tekrar in bi daha bin şeklinde. Valizlerden kurtulup, bilet alıp hadi obaraaaa yeniden metrolara...


Puerto del Sol (Güneş Kapısı) meydanına gittik, orada ünlü bir pazar yeri varmış. Fıçılardan şarap doldurtup,

Kafam kadar karidesdi şuydu buydu garip deniz yaratıklarından istediğini seçip; yiyip içebildiğin bir mekan... Deniz ürünü alerjili bir kadın olmam dolayısıyla aç kaldım haliyle.



Neyse ki pazar yerinin hemen karşısında bir cafe bulup oturduk ve ben bir yurtdışı klasiği olarak 4 peynirli pizza yiyerek doydum...Bu cafe diye oturduğumuz yerde garsona saftiri saftiri bira sorduk mal mal baktı getirmeden önce; daha sonra fark ettik ki cafe mafe değil birahaneymiş ya orası :)
Birahaneye biranız var mı dedik özetle
e hooooşşş.....
Kapının üstünde Cerveceria (Birahane) yazısını okuyunca hayli eğlendik kendi kendimizle...:)

Sonra Madrid sokaklarını arşınladık. Hediyelik eşya mağazalarına falan bakındık



saftirik saftirik yürürken salak Çinlilere kapıldı ilk Özge; sonra hepimizi avladılar yaka paça, bir Meltem kurtardı paçayı masaj yapacağız ayağına bir temiz soyulduk bi de uyuz uyuz ovdular ıncık mıncık ıyyyyy. Sinir oldum.



O kadar yorulduk ki, hoş bir cafe bulup çöktük ve valizleri emanetten alacağımız vakte kadar serilip kaldık oracıkta

ve yine inli binli bir metro yolculuğu ...


Emanetten 11.30 du son teslim alma saati. otobüsümüz 01.30 da

sersefil terminalde bekledik o saate kadar.

Meltem "ayyy hep acırdım ben AŞTİ böyle kalakalanlara bak başımıza geldiiiii" deyince çok güldük. Hiç de haksız değildi o ayrı :) Bi ara dayanamayıp 2.80 yattım oturulan yerlere ve güvenlik saniyesinde damladı yasak diye
öööööööle ezik gibi uyuduk ayakta. Hele Özge tam filmdi ayakta uyuklarken.



otobüs saatimiz geldiğinde toptan dar attık kendimizi otobüse ve direk uyuduk nasıl bir yorulmuş isek.


sabahına Granada'ya vardık çok şükür dedik demesine ama saat 7 olmuş ortada gün mün yok. Ortalık zifir karanlık... Nası yani ya dedik önce
Sonra öğrendik ki İspanya'da sabah falan olmuyor 9'a doğru gün ağarıyor ve haliyle de akşamlar da olmuyor. saat 22.00 hava bi zahmet e karariiiim bari kıvamında... Buna sebep olsa gerek İspanyol insanı gece 21.30'dan önce yemek yemiyor.



Sabah 7'de indik iyi güzel, lakin  bizim otele, diğerlerinin aile yanlarına girişi 9(aslında bu gezi bir dil eğitimi ve kültür gezisi olduğundan gidenler dili ve kültürü daha iyi öğrenmek adına aile yanında kalıyordu, Büü ben zorlanmayım diye otel olsun demiş bizim için)

orada kahvaltı edip cafe manchado içerek saati 9'a yaklaştırdııııık
ve şehir merkezine vasıl olmak üzere otobüs durağına doğru düştük yolaa.....


-DEVAM EDECEK-

* Bir Türk kadınıyım İspanya'da